Polis yardım etti

Ankara Oto Hırsızlık Bürosu 1992 yılı, Dikmen de gece saat 03.00 sıralarında, tüp yüklü bir kamyon çalındı. İki ay sonra mezarlık tarafında kamyon bulundu tüpler yok tabi. 3-4 ay sonra yakalanan sabıkalı iki hırsız suçlarını itiraf ettiler ve olayı anlattılar. Tüpleri Kırşehir ve Kaman civarın da satmışlar çoklarını sattıkları yerlerden geri alarak esas mal sahibine teslim ettik.

Bunlar rutin olan işler fakat bu işin enteresan bir tarafı var onun için anlatıyorum. İki sabıkalı kafadar bir gece Dikmen Sokullu da koca tüp yüklü kamyonu çalmağa karar verirler. Etrafı kontrol ettikten sonra  kamyonun direksiyon kilidini kırdıktan sonra, zaten yokuşa park edildiği için, yokuştan aşağı kaydırarak indirirler. Biraz aşağıda ışıklarda bu çaldıkları tüp yüklü kamyon istop eder. Hırsızlar kamyon ile uğraşırlarken yanlarına iki resmi polis otosu gelir. Polislere arabalarının çalışmadığını söylerler. Polisler de asli görevlerini yaparlar. Hırsızlara yardım eder kamyonu iterek az ilerde ki geniş yere kadar götürürler. Ön kaputu açıp biraz uğraştıktan sonra mazot olmadığını anlarlar. Polisler polis otosu ile giderek, bidonla mazot getirip çalıntı arabanın depoya koyarak. Biraz daha uğraşırlar arabayı yine çalıştıramazlar. Polislerin işi çıkar oradan ayrılırlar. Hırsızlar çaldıkları kamyon ile biraz daha uğraşırlar ve bakarlar ki kamyonun sahibi depodan mazotu getiren borulardan birine musluk takmış, o musluğu tesadüfen bulurlar ve açarak çalıştırırlar, tüplerle yüklü olarak götürür Kırşehir’in ilçelerinde tüp satarlar. Tüpler bittikten sonrada kamyonu Karşıyaka mezarlık civarında terk ederler.

İngiliz Bilim adamına sormuşlar; “Dünya da en çok ne isterdin?”
O da cevap vermiş; “Şansım olsun yeter. Dünya da en çok şans isterim.” demiş. Bu hırsızlar da dünya da en şanslı hırsızlardan fakat işleri hırsızlık olduğundan bir zaman sonra yakalandılar. Ama olsun yine de çok şanslı insanlarmış. Çünkü çaldıkları kamyonu götürebilmeleri için polis farkında olmadan uzun süre yardım etmiş. 

LONDRAYA

Temel büyük iş adamıdır ve elinde üç valiz ile hava alanına gider. Elinde ki Londra biletini görevliye verir. Görevli kız bilgisayarda işlemler yaparken, Temel elinde ki valizleri tarttırmak için kantara koyar ve;
“Hanum efendi kizum; kırmızı valiz Paris’e, sarı valiz Roma’ya, siyah valiz Tokyo’ya, bende Londra’ya cideceğim.” der.

Görevli kız hayretler içinde;
“Beyefendi özür dilerim bunu yapmamız hiç mümkün değil. Sen Londra’ya gidiyorsan, valizlerini de Londra’ya göndermek mecburiyetindeyiz.” der.

Bunu duyan Temel
“Hah kizum bunu duyduğuma çok sevindum işte. Geçen sefer öyle yapmış tunuz da.” der.

KİMSEYE KARIŞMAMIŞ

Çocuk gençlik parkında banka oturmuş cebinden çıkardığı şekerleri yerken, yanına tanımadığı bir adam gelmiş. “Yeğenim fazla şeker yeme, insana zarardır. Dişlerini çürütür, sonra dişsiz kalırsın” demiş.

Çocuk adama yanıt vermiş “Benim dedem 110 yaşına kadar yaşadı.” demiş.
Adam bu cevabı pek mantıklı bulmamış fakat yine de çocuğa sormadan duramamış “Senin deden de şeker çok mu yerdi?” diye sormuş.
Çocuk: “Hayır, şekerden filan değil, O kimsenin işine karışmazdı.” demiş.

ORAKLARI SAKLAMIŞ

Adamın birinin çiftliği varmış. Çiftlikte çok sayıda işçiler çalışırmış. Kendisi biraz hasta olunca çalıştırmak üzere çiftçilerin başında oğlunu yollamış. “Oğlum onlar çalışıp işleri bitirsinler. Sende başlarında bulun, kaytarıp dalga geçmesinler.” demiş.

Yedi sekiz işçi ile tarlaya giden adamın oğlu, işçiler yemek yerken tarlada işçilerin kullandıkları oraklarını saklamış. Orakları yokken işçiler akşama kadar oraklarını aramışlar ve bulamamışlar. Bulamayınca da dolayısıyla hiç çalışmamışlar. Çalışmayınca da hiç bir işleri yapılmamış.

Akşamdan eve gelince adam oğluna sormuş “Nasıl oğlum ne kadar iş yaptınız?” Oğlu da “Hiç sorma baba oraklarını sakladım, akşama kadar orak aradılar, bulamadılar. Hiçte iş yapamadılar.” demiş. Ne olacak, baba iş peşinde, oğul oyun peşinde. 

OLDUĞUNU

Sırlar, sürprizlerden, vakit yok yaşamağa,
Azrail bir gün gelir bize, canımızı almağa,
Dünyanın kuralı bu, sonunda yok olmağa,
Bunlar nasıl olur ki, kim yapar, olduğunu?

İnsan işkence çeker, her neyi gördüğünde,
Bağlanırsa çözülmez, hepsi kör düğümde,
Gizlice seyretmek isterim, ben öldüğümde,
Ben yokken dünyada, kim nasıl olduğunu?

Aşkmış, servetmiş derken, ömrümüz biter,
Beden yerde kalır, ruh ise bilinmeze gider,
Hepsini ayarlamışlar, kime ne ömür yeter,
Bir bilebilsem, ölünce insana ne olduğunu?
                                      Recep Ali Öztürk

HAVLUYU ÖNÜNE TUTTU

1998 Ankara Ahlak Büro Amirliği, daha Kısım Amiri olmadan evvel her yerde duyuyordum. Ankara da kumar, bar, pavyon ve gayri meşrü alemi dur durak bilmiyor. Bir gecede aileler bölünüyor. Yuvalar yıkılıyordu. Önce büyük kumarlar oynatan yerleri bir bir tespit ettim. Bu yerlerden bir tanesi de Kızılay Akayı Caddesinde yukarı doğru çıkarken sol tarafta üçüncü katta bulunan, dernek adı altında bir batakhane idi. Bu yer sanki bu iş için özel yapılmış bir yerdi.

Buralarda kumar yakalamak çok zordur. Çünkü her tarafta gözetleme yerleri ve erketeleri vardır. Zaten balkonda oturan erkete görmeden buraya yaklaşmak imkansız gibi bir şeydi. Ahlak Polisinin arabalarını ve memurların da bir çoğunu tanırlar, zaten memurların benden başkası bu adamlarla içli dişliydiler. Daha caddenin başına gittiğimiz zaman erkete bizi görür ve içeri haber verirdi. Biz içeri girdiğimiz zaman gecenin o saatlerinde sanki hayır kurumları imiş gibi herkes oturmuş önünde gazete okurlardı. Kumar oynandığına dair hiçbir emare bulunmazdı. Biz dışarı çıkar çıkmaz hemen masalarda kumarı kurarlar ve çeşitli hilelerle birbirlerinin paralarını alırlardı. Bazıları da kayıp ettikçe yüklü miktarda senetler imzalatıp, borç batağına düşürülür ve çeşitli tehdit ve şantajlarla tekrar kumar oynamağa mecbur bırakılır, yuvaları yıkılırdı.

Yıl başı gecesi saat 02.00 sıralarında bu derneğe normal bir şekilde giderek arabaları aşağıda park ettikten sonra iki ekiple bu derneğe girdik. Kalabalık bir topluluk oturmuş gazete okuyorlardı. Hatta biz içeri girmemize rağmen başlarını kaldırıp bize bile bakmıyorlardı. Burası normal bir apartıman dairesi olduğu için, birkaç oda ve banyo tuvaletten ibaret normal bir oturma yeriydi. İçeride bulunan 40-50 kişinin hepsini salona topladım. Güya kimlik kontrolü yaptım. Bu sırada güvendiğim Polis Memurlarından Şeref’e banyoda saklanıp bizimle birlikte dışarı çıkmamasını ve içeride kalarak kumar yakalama görevini verdim.Orada saklanacak bir yerde yoktu fakat “Kendine bir yer yap saklan veyahut ta seni zaten tanımazlar, içerisi kalabalık. Görseler de müşteri bilirler. Sen burada dur.” dedim. O banyoya doğru gitti ve içeride zaten loş olan banyo ışıklarının altında bir köşede durdu. Ben herkesin kimliklerini kontrol ettikten sonra memurlarımla birlikte kulupten çıkıp gittim. İçeride bir memur bıraktığımı hiç kimse şüphelenemedi ve anlayamadılar.

Bir saat kadar sonra Memurum Şeref el telsizi ile aradı ve haber verdi. “İş tamam gelin.” dedi. Zaten oraya yakın yerlerde bulunduğumuzdan  hemen intikal ettik .

Şeref banyoda saklandığı müddetçe az karanlık olduğundan veya orada bulunanların kumar sıkıntıları olduğundan hiç görünmemiş. Banyoda ki klozet tuvaleti kullandıklarından salonda bulunanların hepsi gelmiş gitmiş fakat kimse kendisini fark edememiş. Şeref işini sağlam tutmak için duvarda el kurulamak için klozetin üstünde asılı duran büyükçe havluyu eline alarak açmış. Ucundan önüne tutarak kendisine siper edince, tuvalet ihtiyaçları için gelenlerin hepsi ihtiyaçtan sonra memurun açarak önüne tuttuğu havlu ile ellerini kurulamasına rağmen yine de memuru fark edememişler. E tabı kumar oynayan adam sıkıntılı olur. O zarları veya kağıtları, verdiği paraları düşündüğü için memuru görse de uyanamamıştır. Şeref saklandığı yerden duyuyormuş. Başka yerlere de telefon açarak “Ahlak Amiri geldi ve gitti. Çabuk kumar oynamağa gelin” diyorlar ve diğer kumarcıları da davet ediyorlarmış. Birkaç masa kumar kurmuşlar ve tüm hızıyla devam ediyor.

Banyodan olup bitenleri izlediği için hemen çıkarak oynadıkları kumar oyununa ve paralara el koymuş ve bizleri çağırmıştı. Hatırımda tam kalmadı fakat orada da marklı, dolarlı bayağı çok bir kumar parası yakalamıştık. Ayrıca birkaç kişi de daha önceden suç işleyip ceza aldıklarından infazları bulunduğu için yakalandılar. Haklarında işlem yapıp geçici bir süre için bu derneği kapattık.

HAVLUYU ÖNÜNE TUTTU

1998 Ankara Ahlak Büro Amirliği, daha Kısım Amiri olmadan evvel her yerde duyuyordum. Ankara da kumar, bar, pavyon ve gayri meşrü alemi dur durak bilmiyor. Bir gecede aileler bölünüyor. Yuvalar yıkılıyordu. Önce büyük kumarlar oynatan yerleri bir bir tespit ettim. Bu yerlerden bir tanesi de Kızılay Akayı Caddesinde yukarı doğru çıkarken sol tarafta üçüncü katta bulunan, dernek adı altında bir batakhane idi. Bu yer sanki bu iş için özel yapılmış bir yerdi.

Buralarda kumar yakalamak çok zordur. Çünkü her tarafta gözetleme yerleri ve erketeleri vardır. Zaten balkonda oturan erkete görmeden buraya yaklaşmak imkansız gibi bir şeydi. Ahlak Polisinin arabalarını ve memurların da bir çoğunu tanırlar, zaten memurların benden başkası bu adamlarla içli dişliydiler. Daha caddenin başına gittiğimiz zaman erkete bizi görür ve içeri haber verirdi. Biz içeri girdiğimiz zaman gecenin o saatlerinde sanki hayır kurumları imiş gibi herkes oturmuş önünde gazete okurlardı. Kumar oynandığına dair hiçbir emare bulunmazdı. Biz dışarı çıkar çıkmaz hemen masalarda kumarı kurarlar ve çeşitli hilelerle birbirlerinin paralarını alırlardı. Bazıları da kayıp ettikçe yüklü miktarda senetler imzalatıp, borç batağına düşürülür ve çeşitli tehdit ve şantajlarla tekrar kumar oynamağa mecbur bırakılır, yuvaları yıkılırdı.

Yıl başı gecesi saat 02.00 sıralarında bu derneğe normal bir şekilde giderek arabaları aşağıda park ettikten sonra iki ekiple bu derneğe girdik. Kalabalık bir topluluk oturmuş gazete okuyorlardı. Hatta biz içeri girmemize rağmen başlarını kaldırıp bize bile bakmıyorlardı. Burası normal bir apartıman dairesi olduğu için, birkaç oda ve banyo tuvaletten ibaret normal bir oturma yeriydi. İçeride bulunan 40-50 kişinin hepsini salona topladım. Güya kimlik kontrolü yaptım. Bu sırada güvendiğim Polis Memurlarından Şeref’e banyoda saklanıp bizimle birlikte dışarı çıkmamasını ve içeride kalarak kumar yakalama görevini verdim.Orada saklanacak bir yerde yoktu fakat “Kendine bir yer yap saklan veyahut ta seni zaten tanımazlar, içerisi kalabalık. Görseler de müşteri bilirler. Sen burada dur.” dedim. O banyoya doğru gitti ve içeride zaten loş olan banyo ışıklarının altında bir köşede durdu. Ben herkesin kimliklerini kontrol ettikten sonra memurlarımla birlikte kulupten çıkıp gittim. İçeride bir memur bıraktığımı hiç kimse şüphelenemedi ve anlayamadılar.

Bir saat kadar sonra Memurum Şeref el telsizi ile aradı ve haber verdi. “İş tamam gelin.” dedi. Zaten oraya yakın yerlerde bulunduğumuzdan  hemen intikal ettik .

Şeref banyoda saklandığı müddetçe az karanlık olduğundan veya orada bulunanların kumar sıkıntıları olduğundan hiç görünmemiş. Banyoda ki klozet tuvaleti kullandıklarından salonda bulunanların hepsi gelmiş gitmiş fakat kimse kendisini fark edememiş. Şeref işini sağlam tutmak için duvarda el kurulamak için klozetin üstünde asılı duran büyükçe havluyu eline alarak açmış. Ucundan önüne tutarak kendisine siper edince, tuvalet ihtiyaçları için gelenlerin hepsi ihtiyaçtan sonra memurun açarak önüne tuttuğu havlu ile ellerini kurulamasına rağmen yine de memuru fark edememişler. E tabı kumar oynayan adam sıkıntılı olur. O zarları veya kağıtları, verdiği paraları düşündüğü için memuru görse de uyanamamıştır. Şeref saklandığı yerden duyuyormuş. Başka yerlere de telefon açarak “Ahlak Amiri geldi ve gitti. Çabuk kumar oynamağa gelin” diyorlar ve diğer kumarcıları da davet ediyorlarmış. Birkaç masa kumar kurmuşlar ve tüm hızıyla devam ediyor.

Banyodan olup bitenleri izlediği için hemen çıkarak oynadıkları kumar oyununa ve paralara el koymuş ve bizleri çağırmıştı. Hatırımda tam kalmadı fakat orada da marklı, dolarlı bayağı çok bir kumar parası yakalamıştık. Ayrıca birkaç kişi de daha önceden suç işleyip ceza aldıklarından infazları bulunduğu için yakalandılar. Haklarında işlem yapıp geçici bir süre için bu derneği kapattık.

KEDİ BİLMİYOR

Akıl hastanesinde bir deli, fareye uygun hareketler yapar, kendini fare bilirmiş.
Bir zaman geçtikten sonra gözlemci doktorlar hastanın iyileştiğini tespit etmişler.
Deliyi çağırarak bir iki soru sormuşlar.
Deli de doktorlara
“Ben artık iyileştim. Fare değilim. Beni salıverin evime gideyim.” demiş.
Deliyi salıvermişler. Evine giderken doktorlar yine takip ediyorlarmış.
Hastanenin bahçesinde bir kedi görmüş.
Hemen merdiven altına koşarak saklanmağa çalışmış.
Bunu gören baş hekim çok merak etmiş ve sormuş:
“Niçin saklanıyorsun?”
Deli de
“Orada bir kedi var beni görmesin. Görürse yakalar.” demiş.
Baş hekim:
“Hanı sen kendini fare olarak bilmekten iyileşmiştin?” deyince.
Deli de:
“İyileştiğimi ikimiz biliyoruz. Kedi nerden bilsin ki” demiş.

ÖZLÜ SÖZLER

1 – Yarım usta maldan, yarım şoför yoldan, yarım doktor candan eder.
2 – Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz.
3 – Komşunla çok iyi geçin fakat hudutlarını kaldırma ve her zaman kontrol ediniz.
4 – Kork fakat korktuğunu hiç bir zaman belli etme.
5 – Yanlış yapmayan insan olmaz, iyi insan yanlışlarını kabul edip düzeltendir.
6 – Katranı pişirsen olmaz ki şeker, çinsi bozuk olan cinsine çeker.
7 – Söz yürekten çıkarsa kalbe gider, dudaktan çıkarsa dudağa.
8 – Hoşnutsuzluklarını açığa vurmayınız.
9 – “Kolay gelsin-Teşekkür ederim-Lütfen” kelimelerini her zaman kullanınız. Zira tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır.
10-Uyuşturucu ve sigara kullananlar ölü insanlardır, hele uyuşturucu kullananlar ile arkadaşlık etme.

BAŞI YOK

1958-59 lu yıllar, o zamanlar şimdi ki gibi konforlu arabalar ne gezer? Köyümüze yol bile yoktu. Yol Sulak Köyüne kadar çıkar, Ihlamurlu Köyüne çıkmazdı. Mühürcü Muhammet derlerdi, ben kendisini tanımam da ismini duyardım. Onun bir kamyonu vardı. Kasası tahtadan, üstü açık, önü de sarı renk. Üzerinde hiçbir marka model yazmayan büyük bir kamyondu. Tahminime göre FARGO filan olabilirdi. 

Ben ilk defa o kamyonla çarşıya inince rahmetli babama sormuştum; “Baba buna içinde ki adamlar dayanınca mı yürüyor?” diye. Bu kamyonu çalıştırmak için muavin ön tarafından uzun bir demir kol sokar, onu hızla bir kaç defa çevirir ve öyle çalışırdı. Fındıklı sokaklarında krallar gibi gezer, arada bir şoförü uğraşır çalıştıramaz, bazen de gaz verdiği zaman araba bağırır, egzozundan koyu renkli bir duman ta göklere kadar çıkar, etrafı sis kapatır, on on beş dakika sonra ortalık ancak normale dönerdi. Köyden uzaklara gidileceği veya lazım olduğu zaman bu kamyon kiralanır ve o yere güç bela gidilir gelinirdi.

Bazı hafta günleri sabahtan Sulak Köyüne çekerler. Bizim köyden çarşıya inecek olanlar Sulak Köyüne kadar yürür. Yer kalmışsa arkasına atlar, araba dolduktan sonra millet karoserin içinde ayakta çarşıya inerlerdi. Bazen de çarşı da Kuyunun Sokağı derlerdi, durur millet bindikten sonra yine Sulak Köyüne kadar çıkardı. Navlun dedikleri yol parası 25 kuruştu. Çarşıdan köye çıkmalar genel de yaya olurdu. Araba olmayınca gidişler de yaya olurdu. Biz Orta okul da iken bazen rastlardık, bu kamyon başka bir iş için köye çıkarken veya kum, çakıl çıkarırken üzerine biner, Sulak Köyünde inerdik. Oh çokta güzel oluyordu. Muavin zaten beni tanımıştı. İlk sefer yalnız 25 kuruşum vardı. Vermek istemedim. Herkes verince bende mecburen verdikten sonra, fıkralar filan anlatmıştım. Muavinin de hoşuna gitmiş, biz öğrencilerin paralarını geri iade etmiş ve artık versem de benden bir daha para filan hiç almıyordu.

Kamyonu kullanan bir şoför, bir de devamlı takoz elinde arka da duran ve para toplayan muavin olurdu. Bir aksilik olursa veya rampalar da çıkarken araba patinaj filan yaparsa muavin hemen yola atlar, “Hoop, az daha gel, git, sağ yap, sol yap” diye şoföre yol tarif ederdi. Bu kamyonun da sanırım başka vitesleri yok, hep birinci viteste yokuş aşağı biraz hızlıca, yokuş yukarı yavaş yavaş ‘ğır ğur’ diye giderdi.

Köy de Lazlardan biri Ardeşen in Dutğe Köyüne kızlarını gelin vermiş, düğün akşamı gidip gelebilmek için, bu kamyonu kiralamışlardı. Şoförün yanına gelin ve hısımları oturmuş, bizler de köyün adamları 40-50 kişi kadın, erkek, çoluk, çocukla arkaya açık karoser üzerine ayakta binmiştik. O zaman yollar da çok dar ve köstebek yuvası gibiydi. Kamyonla yolculuk çok zor olurdu. Tekerlekler her çukura girdiği zaman karoserden ‘ÇIIIR, ÇUUR’ diye sesler gelir, hem de araba çalkalanıp dururdu. İçimiz de küçük çocuklu bayanlar ve çocuklar da vardı. Her sallandığı zaman içinde yolcular da sallanır, yer değiştirir, hatta sağa sola atılırlardı. Yıkılmadan ayakta kalabilmek için birbirini tutar, gideceği yere sağlam varabilmek için kırk salavat getirerek giderlerdi. Hatta araba tutar istifra edenler bile olurdu. Bazen de karoserin içinde takla atanlar olurdu. Gülmek, nara atmak, şaka şenlik gırla giderdi.

Biz ÇIIR-ÇUUR gece yarılarına doğru yokuş yerlerden yukarı çise dediğimiz, ince yağmurlu bir gecede, sağ salim fakat biraz ıslanmış olarak düğün evine vardık. Horonlar oynandı. Silahlar sıkıldı. Biraz da bazı tatsızlıklar oldu ve bizim köyden gelenler gece saat 02.00 de aynı kamyonla dönerek köyümüze geri gelmeğe karar verdiler.

Sulak Köyü’ne çıkarken eski ilk okulun aşağısında çok meşhur bir yer vardı, virajlı ve yokuş, ‘TAHİR’İN YOKUŞU’ veya ‘ZENİ’NİN KAYA’ Orada o gün kü şartlarda arabalar çok kaza yapar, ta dereye yuvarlanırlar, insanlardan ölenler yaralananlar çok olurdu.

Bende daha yeni tellenmiş herkese yardıma koşan yeni yetme bir delikanlıydım veya kendime öyle süs veriyordum. Tahır’ın yokuşu dedikleri o meşhur kazaların olduğu yere geldiğimiz zaman, yokuş yukarı çıkan kamyon bir den istop etti ve çok hızlı bir şekilde geri yokuş aşağı kayarak gitmeğe başladı. Karanlıkta yolculardan biri bağırdı; “Araba devrilii. Canunuzı kurtarın.” Diye. Epeyi bir yol geri geri giderken ben ve birkaç kişi karoser üzerinden yere atladık. O zaman nasıl atlanacağını da doğru dürüst bilmediğimden, birkaç takla atıp yuvarlanmama rağmen, bir kaç sıyrıktan başka bir şey olmadı. Yara filan almadım. Atlayanlardan biri de komşumuz Baysun du. Ayağı büyük bir kayanın altına sıkışmış beni çağırıyordu. “Bir bak ki bacağım kopmuş mu?” Dedi. Baysun uzun boylu, şakacı ve hazır cevaptı. El yardımıyla baktım, ayağında bir şey yok. Ayağı kayanın altında değil de yanında boşta duruyordu. Ben de ona şaka yaptım; “Ya senin ayakların zaten uzun yarısı kopsa da geri kalan sana yeter. Kalk yaralılara yardım et.” Dedim ve taşın yanında ki ayağını ikimiz birlikte çekip çıkardık. Gayet iyi, bir iki sıyrık vardı. Ayağa kalktı.

Gelelim kamyon ve içerisinde ki 40-50 kişiye. 

Zifiri karanlık olduğu için biz ne olduğunu göremiyorduk. Sadece “gor, gur, gor, gur” diye sesler geliyor, kamyon ışıkları gidip gelip arada bir bizi de aydınlattıktan sonra, dereye doğru “küüüt” diye düştüğü büyük bir gürültü ile duyuldu. Kamyonun ışıkları ancak önünü, dere içini ve kayaları aydınlatıyordu. İnsanlar arka tarafta ki karanlık yerde dere içi, dere kenarı ve yol kenarlarına serpilmiş bağrışıp duruyorlardı. Karoser üzerinde kimse kalmamıştı. Koşarak bir metreye yakın yükseklikteki duvardan atladık ve derenin içinde kamyonun arkasında bu insanların bağrıştıkları yere gittik. Bir mahşer günü gibi, sağdan soldan ancak bağrışma sesleri duyuluyor, karanlıkta kimse görünmüyor, kime ne olduğu bilinmiyordu.

Bu sırada komşu gelin Ayşe’yi sesinden tanıdım. Düğüne giderken görmüştüm, kucağında süt içen, her tarafı bezlerle bağlı küçük bir çocuğu vardı. “Çocuğum, çocuğumu bulun, elumden atılmış, yardum edun, Metiin, Baysuun, Muezzeem” diye bağırıyordu. O sırada suyun içinde kıyıya yakın yerde de bir bebek feryat ediyordu. Baysun çocuğu buldu ve getirip annesi Ayşe’nin eline verdi. Biz yine diğer bağırıp çağıranlara yardım ederken tekrar Ayşe’nin sesini duydum. “Vuuuuy, vuuuy, vuuuuy” diye bağırıyordu. Allah Allah yine ne oldu? “Ben şimdi ne yapacağım, vuuuy, vuuuuy.” diye avazı çıktığı kadar bağırmağa devam ediyordu. Allah Allah biraz evvel çocuğu bulunmuş sağ salim kendisine verilmişti. Çocukta yüksek sesle ağlıyordu. Acaba ne oldu? Bir kaç kez Ayşe’yi çağırdım fakat kendi bağırmak sesinden beni duymuyordu, hemen hızlı bir şekilde yanına gittim. Kendisi yan tarafta ayakta durmuş, iki eli ile de çocuğu göğsünün üstünde sımsıkı tutmuştu. Çocuk ta elinde avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Ne var? Ne oldu? diye sordum. “Recep Ali çocuğumun başı yok. Ben şimdi ne edeceğim Güli? Çocuğumun başı kopmuş.” dedi. Ahah. Nasıl olabilirdi? Çocuk elinde avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

Hayret ettim ve Ayşe’nin tuttuğu başsız çocuğu elinden çektim, aldım. Çocuk benim elimde de bağırıyordu, yokladım ki evet çocuğun başı yok fakat kopmamış, ne olmuş biliyor musunuz? El yardımıyla çocuğu tekrar yoklayınca anladım. Baysun çocuğu Ayşe’ye ters vermiş. Ayşe de elleri ve ayakları bağlı olan çocuğunu ters tutmuş. Yanı bacakları yukarı, başı aşağı. Karanlıkta eli ile çocuğun başını yukarıda arayıp bulamayınca “Çocuğumun başı kopmuş.” diye ortalığı ayağa kaldırmıştı. Çocuğu ters çevirdim ve başı yerine geldi. Annesine tekrar verdim o da rahatladı.

O büyük kazada ufak tefek yaralılar var, fakat ölen yoktu. Kimse doktora bile gitmedi. Zaten doktorda Fındıklı da var mıydı bilmem de? Bu da sevindirici tabi. . Oradan yürüyerek sabah saatlerinde evimize ancak gidebildik. Bu olay hafızalarımıza bir anı olarak kazındı. Geçen gün eski bir ona benzer kamyonu görünce tekrar aklıma geldi ve istedim ki sizler de bilesiniz.